
Konuşmayı, yürümeyi, yemek yemeyi ve daha birçok temel şeyi öğrendiğimiz ilk yer aile olduğu gibi; sevmeyi, saygı duymayı, sağlıklı veya sağlıksız bir iletişim kurmayı, güvenmeyi ve bağlanmayı da yine ilk defa ailemizde deneyimliyoruz. Sosyal öğrenme teorisine göre, dünyaya geldiğimizde çevremizde gözlemlediğimiz davranışları ve tutumları zihnimize kaydetmeye başlayıp bir bakıma aslında bunları taklit ederek yaşamımızı sürdürmeyi öğreniyoruz. Bu sebeple de dünyayla olan deneyimimizde iki insanın birbirine nasıl yaklaştığını, ikili ilişkilerdeki kural ve değerleri öğrenmeye başladığımız ilk yer de yine aile oluyor. Deneyimlediğimiz ve anlamlandırmaya çalıştığımız bu dinamikler zihnimizde şemalar halinde kaydediliyor ve hayatımızın diğer dönemlerinde kullanılmaya hazır hale geliyor. Daha sonrasında okula başlamamızla beraber gelişen süreçte elbette içinde bulunduğumuz sosyal ortamlarda da birçok şey gözlemliyor ve öğrenim sürecimize devam ediyoruz. Peki, ailede öğrendiğimiz ilişki dinamiği hakkında araştırmalar neler söylüyor?
Birçok kişi ilişkiye başlarken partnerlerinin kendi eksik oldukları özelliklerini kapatmaları gibi beklentiler içerisine girebiliyorken bazen de bilinçsiz olarak çocukluk ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik seçimlerini ilişkilerine yansıtabiliyorlar. Partnerlerden biri daha az ilgi göstermeyi seçerken diğer partner duygusal ihtiyaçlarını tamamen partnerinin karşılamasını bekleyebiliyor. Bu tarz durumlar hayal kırıklığı eşliğinde çatışmalara yol açabiliyor. Araştırmalara göre, ilişkideki bu gibi beklentilerimizin önemli bir kısmı aile deneyimlerimizden geliyor. Örneğin, ebeveynlerinin ilişkisinde yüksek oranda geçimsizlik gözlemlemiş bir çocuğun sosyal becerileri öğrenmesi de zorlaşıyor ve aile içinde birbirini destekleme, sorun çözme gibi davranışları öğrenemeyebiliyor. Aynı araştırma, boşanmış çiftlerin çocuklarını da daha detaylı araştırıyor ve ebeveynleri boşanmış çocukların kendi evliliklerinin de sona ereceğini düşünme ihtimallerinin daha yüksek olduğunu buluyor. Bunun nedeninin ise küçük yaşta ebeveynleri boşanmış olan çocukların zihninde oluşan ‘’Evlilikler kısa sürer ve tutarlı değildir.’’ şemasının olabileceği tartışılıyor.
Yapılan başka bir çalışmada çocukluğunda aile içinde sadakatsizlik ile ilgili çatışmalara maruz kalan yetişkinlerin kendi ilişkilerinde gösterdikleri sadakatsizlik davranışlarının oranları bağlamsal açıdan inceleniyor. Ailesinde güvensizliği ve sadakatsizliği gözlemleyen çocuklar, yetişkinliklerinde kurdukları romantik ilişkilerde daha yıkıcı davranışlar sergileyebiliyorlar. Bu noktada gelecek ilişkilerinde kendi fiziksel ya da duygusal ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırken hareketlerinin partnerlerini nasıl etkileyebileceğine yeterince duyarlı olmayabiliyorlar. Buna ek olarak, aile içindeki çatışmaları araştıran terapistler, yüksek derecede çatışma içerisinde olan ebeveynlerin çocuklarına duygusal olarak yeterli kaynağı sağlayamayabileceklerini ve bunun çocuğun güven duygusunun gelişmesini önleyebileceğini düşünüyorlar. Bunun ışığında yapılan bazı çalışmalarda, özellikle babası ilişkide sadakatsizlik göstermiş olan çocukların kendi yetişkinliklerinde de aynı davranışı sergileyebilecekleri rapor ediliyor. Bu bakımdan bağlılık ve sadakat inançlarının yıkıma uğradığı deneyimlerden sonra yetişkinlerde bunun iyileştirilmesi adına atılacak adımlar önemli görülüyor.
Ailede gözlemlenen modelin yanı sıra, ebeveynlerle kurulan bireysel ilişki de yetişkinlikteki romantik ilişkilerimize yansıyor. Bowlby’ye göre birincil bakım verenimizle kurduğumuz ilişki kendimizle olan ilişkimiz hakkında fikir sahibi olmamızı sağlıyor. Bu da daha sonrasında kuracağımız ilişkilerle ilgili beklentilerimizi önemli ölçüde etkiliyor. Birincil bakım vereniyle güvenli bağlanan bir çocuğun gelecekteki ilişkisinden beklentisi de güven ve tutarlılığa dayalı olurken kaçıngan bağlanmayı öğrenen çocuklar yetişkinliklerinde de ilişkileri potansiyel olarak güvensiz ve korku dolu bir alan olarak görebiliyorlar. Öte yandan kaygılı bağlanan yetişkinler ise ilişkilerini hayatlarında çok merkezi bir noktaya koyup gerçekçi olmayan duygusal beklentilere giriyorlar ve ilişkileri bu durumdan olumsuz etkilenebiliyor. Bu sebeple de çocuklukta birincil bakım verenimizle olan ilişkimiz ve onun bize yaklaşma şekli yetişkinlikte kuracağımız ilişkiler için izler bırakabiliyor. Bu bakımdan anne-babanın ilişki sağlığının da önemini vurgulamak gerekiyor çünkü sağlıksız bir ilişkide olan ebeveynler bunu kaçınılmaz olarak çocuklarına yansıtıyorlar. Örneğin, ebeveynler kendi aralarındaki bir çatışmayı çocuğa yüklenerek çözmeye çalışabiliyor ve bu durum çocukta ebeveynleri tarafından reddedilme hissine yol açabiliyor. Bu hissiyat çocuğun hem kendisi hem de ilişkiler hakkındaki fikrini bir noktada etkileyebiliyor. Çünkü çocuk kendisine dair oluşturduğu algıyı içselleştiriyor ve bunu gelecek ilişkilerinde kullanabiliyor.
Sonuç olarak, çocuğun ilişkilere dair genel algısı ve gelecek beklentilerinin ailede gözlemlediği ilişkinin kalitesiyle bağlantılı olduğu bulunuyor. Ebeveynlerin ilişki kalitesi yükseldikçe, çocuğun yetişkinlikteki ilişkisine dair beklentileri olumlu yönde oluyor. Yine de tüm bu bulgular ebeveynlerimizin ilişkisini tekrar edeceğimiz anlamına gelmiyor! Çocuklukta aile ortamı ilişkilere dair dinamikleri en çok öğrendiğimiz ve kendi benliğimizin temellerini attığımız yer olsa da büyüdükçe farklı deneyimler yaşayıp ya da profesyonel destek alıp öğrendiklerimizi değiştirme imkanı bulabiliyoruz. Yani sağlıksız bir ilişki gözlemleyen her çocuk yetişkinliğinde sağlıksız bir ilişki deneyimlemiyor; bazen partnerler birbirlerinin eksik noktalarını kapatıp ilişki içerisinde birbirlerini iyileştirip geliştirebiliyorlar. Erken yaşlarda öğrendiklerimizden kopmak zor gibi gözükse de mümkün olabiliyor. Bu noktada neleri ailede öğrendiğimiz, hangi öğrenmişliklerimizden rahatsız olup değiştirmek istediğimizi düşünmek bir çözüm yolu sunabiliyor.