Geçmişten bugüne, dünyanın dört bir yanında yıkıcı salgın hastalıklar yaşandı. Bunların birçoğu hem toplumsal yaşamda hem dünya edebiyatında derin izler bıraktı. Bu zor günlere dair pek çok sözü olan ve yaşadığımız günlerle benzerlikler içeren seçkin eserleri tanıtıyoruz. İyi okumalar!
Kızıl Veba (1912) / Jack London
"Delirmeye başladığımı hissediyordum. Köpekler gibi ben de sosyal bir hayvandım ve kendi türümle olmaya ihtiyacım vardı. Bu yüzden, eğer ben veba salgınından kurtulduysam, hayatta kalan başka insanların da olabileceğini düşündüm."
"O günlerde San Francisco'da dört milyon insan yaşıyordu. şimdi bütün şehirde ve taşrada toplasan kırk kişi yoktur."
Kızıl Veba, türü itibariyle diğer romanlardan ciddi bir farklılık gösteriyor çünkü olaylar farklı bir veba türü sonucu insanlığın yok olma noktasına geldiği bir süreci konu alıyor. Anlatının yılı 2073. Engellenemeyen ölümcül ve tedavisiz bir salgın sonucu yeryüzünde yalnızca birkaç kişi kalır. İnsanlık ilkel çağlara döner, avcılık-toplayıcılık yeniden temel yaşam kaynağı haline gelir. Kızıl veba salgını sırasında Berkeley'de İngiliz edebiyatı profesörü olan James Howard Smith, hayatta kalmayı başaran birkaç insandan biridir. Smith, çocukları etrafına toplayarak 2013' teki salgın günlerini anlatmaya başlar. Smith'in anıları aracılığıyla; önlenemez salgını, o günlerin yıkımını, veba sonucu meydana gelen toplumsal çözülmeyi ve cinayet, hırsızlık, gasp gibi olaylarla yaşanan kaos halini çocuklarla eş zamanlı olarak okuyucular da öğrenir.
Kitabın en önemli vurgularından biri insan eliyle yaratılan toplumsal yaşamın aslında doğal değil yapay olduğudur. Böylesi bir yıkım sonucu alt üst olan toplumsal ilişkiler ve dünya düzeni, 2073 yılına döndüğümüzde her türlü yapay ayrımı da ortadan kaldırmıştır. Yazar; tüfeklerin, topların, tankların dahil edildiği dünyadaki savaş oyununun baştan ayağa anlamsızlığını, bu hırgürün ne kadar zalimce olduğunu sorgular. London, sarsıcı romanıyla bizleri dünyaya ve kendi yaşantılarımıza durup yeniden bakmaya davet ediyor.
Venedik'te Ölüm (1913) / Thomas Mann
"…kentin hasta olduğunu, kazanç hırsıyla kendindeki bu hastalığı gizlediğini de düşünür, gözlerini, önü sıra kayıp giden gondola artık hiç çekinmeden dikerdi."
Oldukça ünlü bir yazar olan Gustav Aschenbach, Münih'teki evinde edebi anlamda üretim sorunları yaşamaktadır. Bu kısır döngüyü kırmak için farklı ülkeleri kapsayan bir geziye çıkmaya karar verir. Uğrak noktalarından biri olan Venedik, ruh halini ve kararlarını bütünüyle değiştirecektir. şehirdeki otelde rastladığı Polonyalı ailenin çocuğu Tadzio, Aschenbach üzerinde derin bir etki bırakır. Yunan heykellerine benzettiği Tadzio, mitolojik düşünceleri çağrıştırır; Aschenbach "bir baba muhabbetiyle" kendini ona yakın hisseder. Fakat şehirde ortaya çıkan salgın hastalık, buradaki yaşantıyı baştan başa değiştirerek Venedik'in konuklarının şehri terk etmesine yol açar. Aschenbach, tutkuya dönüşen bir yakınlıktan mahrumdur artık.
Thomas Mann'ın usta romancılığı ile Behçet Necatigil'in güzel Türkçesi bir araya gelince anlatılanların yanı sıra anlatımın gücünün de önemi ortaya çıkıyor. Venedik'te Ölüm; şiirsel dili, teknik unsurlarıyla da Thomas Mann'ın en başta gelen eserlerinden biri.
Veba (1947) / Albert Camus
"Dünyada savaşlar kadar vebalar da meydana gelmiştir. Vebalar da savaşlar da insanı hazırlıksız yakalar. Kentliler kadar, Doktor Rieux de hazırlıksızdı."
Cezayir'in Fransız sömürgesi olduğu 1940'lı yıllarda Oran kentinde şiddetli ateşin ve bedende yumruların gözlemlendiği birkaç vaka ortaya çıkar. İlk etapta ciddiye alınmazken basın vakaları sansürler; valilik ve belediye eyleme geçmekte gecikir. Hızla yayılan hastalık beraberinde çığ gibi büyüyen ölümleri getirir. Doktor Bernard Rieux, belediyede küçük işleri halleden memur Grand ve bir süreliğine kentte konaklayan Jean Torrou gönüllü hizmet ekibi kurarlar. Bu ekip vebaya karşı amansız bir mücadele vermeye başlar. Roman, bu yönüyle her şeye karşı mücadeleyi seçen insanlara, insana yönelik umuda ve güvene dair bir emsal haline gelir.
Karantina altına alınan Oran'da mektubun yasaklanması ve telgrafın yalnızca birkaç insana tahsis edilmesi sonucu haberleşme olanakları ortadan kalkar. Oran'ın insanları "geriye dönme ya da zamanın akışını hızlandırma isteği" içinde gitgide umutlarını yitirirler. Dış dünyadan tecrit edilen ve her gün yüzlerce insanın öldüğü bir kentte insanlar ne hisseder, ne yaşar, ne yönde değişir sorularına odaklanır Camus. Yaşananları kanıksama ve duyarsızlaşma, çok çarpıcı şekilde dile getirilir. Yer yer öne çıkan karakterlerin bireysel yaşamlarına, yer yer de kollektif anlamda bir kentin yaşantısına ayna tutulur. Toplumun olabildiğince fazla kesimine yer verilir. Romanın yarattığı gerçekçi toplum içinde Cottard gibi çıkarının peşine düşen insanlar ve Rambert gibi tamamen kendi hayatına odaklı kişiler de vardır.
Albert Camus parmağıyla işaret ederek "Bakın doğru budur, yanlış olan da bu." demiyor asla. İnsanların seçme özgürlüklerine verdiği önem, karakterlerini yargılamayan anlatıcıda kendini buluyor. Cottard, gönüllü ekibe katılmıyor; fakat bu, onun hor görülmesi için bir neden değil. Anlatıda olağanüstülükler ve destansı kahramanlıklar yok. Yapılması gereken şeyin bu olduğuna, mesleğine, dürüstlüğe inanan insanların verdiği gerçekçi bir mücadeledir söz konusu olan. Veba, yaşadığımız günlere dair çok sözü olan ve bugünlerle birçok paralellik kurmamızı mümkün kılan bir başyapıt.
Kolera Günlerinde Aşk (1985) / Gabriel Garcia Marquez
"Florentino Ariza bir kez bir yerde okumuştu: 'Felaketlerde aşk daha yüce, daha soylu olur."
Kolera Günlerinde Aşk dünya edebiyatının en çarpıcı hatta destansı aşk hikayelerinden birini anlatır. Florentino Ariza ve Daza birbirlerine tutkuyla bağlanırlar; ancak toplumun ilkel değer yargılarının, ebeveynlerinin ve iç çatışmalarının sonucunda yolları ayrılır. Farklı kişilerle, hiç düşlemedikleri yaşamlara razı olurlar. Mutlu olmayı değil yetinmeyi seçerler. Uzun yıllar boyunca koleranın ülkede yarattığı yıkım ve iç savaşın ağır bedelleri anlatının arka planını oluşturur. Marquez, o büyülü anlatım yöntemiyle bir yandan okuyucunun ayaklarını yerden keser; diğer yandan geri bırakılmış bir ülkenin acı tarihinden kesitler sunarak sert gerçekleri okuyucuya tüm çıplaklığıyla gösterir. İnsanın seçimlerinin dışında bir yazgı var mıdır, yoksa insan yazgısını kendi mi yaratır soruları üzerine düşünmeyi de içeriyor Marquez'in yapıtı.Roman, aşka bir saygı duruşu aynı zamanda. İçinden "onu" atmayanlara, atamayanlara, atmaya kıyamayanlara bir ithaf. Bizi, Aragon'un "mutlu aşk yoktur" dizesini anımsatırcasına masallara layık bir son beklemiyor. Aşk mutluluktur kuşkusuz; fakat gölgesiz, salt mutluluk gerçekten var mıdır?