Bireyin kendini kimi açılardan diğer insanlardan daha aşağı görmesi olarak ifade edebileceğimiz aşağılık kompleksi; yetersizlik duygusu, stres, kaygı, iletişimden kaçınma gibi birçok durumu beraberinde getirebiliyor. Özellikle 20. yüzyılın başında Alfred Adler tarafından analiz edilen bu psikolojik durum, geçtiğimiz yüzyıllarda dahi -bilimsel yaklaşımlardan önce- edebiyat eserlerine konu olmuştu. Klasikler arasındaki iki eseri bu bağlamda ele aldık. Keyifli okumalar!
Kırmızı ve Siyah (1830) / Stendhal
"Yerine getirilmesi gereken görev düşüncesi ve yerine getirilmezse düşülecek gülünç durum, daha doğrusu doğacak aşağılık duygusu, anında bütün hazzı yüreğinden alıp götürdü."
Stendhal'ın öne çıkan özelliklerinden biri, yaşadığı çağın evrensel, toplumsal koşulları ile bireyin dünyasını başarılı bir şekilde harmanlayabilmesidir. Yazar, Kırmızı ve Siyah'ta bu iki unsuru bir arada vermenin yanı sıra edebiyat tarihinin unutulmaz karakterlerinden birini, Julien Sorel'ı yaratır. O; hırsı, yükselme tutkusu, toyluğu, hayatı boyunca içinde taşıdığı ve yaşam standardını ne kadar iyileştirirse iyileştirsin bir türlü tam olarak kurtulamadığı aşağılık duygusuyla kendine has bir karakterdir.
Sorel, başlangıçta soyluların dünyasına adım atma isteğiyle yanıp tutuşan, anlatıcının ifadesiyle "küçücük bir köylü"dür. Tükenmeyen bir yükselme isteğiyle karşısındakileri düşmanlaştıran bir bakış açısı içindedir. Öyle ki varlıklı bir ailenin çocuklarına ders verirken dahi hem onların şatafatlı hayatına imrenir hem de onlardan tiksinir. Küçük görüldüğü hissi peşini bırakmaz, ailenin çocuklarının ona sarılmasını satın alınan bir av köpeğinin okşanması olarak yorumlar. Onun için en ufak bir soğuk bakış bile had bildiren bir ifadedir.
Okuma yazma bilmeyen babasının aksine kendisi okumayı çok sever, Napoleon Bonaparte hayranıdır, toplumda yüksek bir mevkiye ve paraya sahip olmak istediği için rahip olmayı aklına koyarak papaz okuluna yazılır. Dini eğitimine rağmen papaz olmayarak Kont de La Mole'un konağında katiplik yapmaya başlar. Zamanla giyim kuşamını, tavırlarını, çevresini değiştirir. Ardından iltimasla teğmenlik rütbesi alır.
Bu büyüme sürecinde Sorel'in yükselme tutkusunun yanı sıra aşkları da büyük rol oynar. Papaz okuluna gitmeden önce ders verdiği evde madam de R√ɬ™nal ile tanışarak ona tutulur. Yaşları, maddi ve medeni durumları arasındaki farklar aşklarının önündeki devasa engellerdir. Eğitiminin ardından gittiği konakta ise matmazel Mathilde ile yaşadığı gelgitli aşk yaşamına yön verecektir. Romandaki aşk ilişkileri adeta bir bale gösterisini andırır: Karakterler birbirleriyle bir araya gelip sonra uzaklaşır ve ardından yine yakınlaşır. Sorel, Mathilde'nin ona olan duygularını bile toplumsal konumu üzerinden yorumlar, bu durumu bir zafer olarak görür: "zavallı bir halk çocuğu" soylulara karşı galibiyet kazanmıştır ona göre. Ancak bir zaman sonra ihtiraslı, gururlu, kibirli yanı onu hiç hesapta olmayan olayların içine iter.
Romanın en önemli yanlarından biri 19.yüzyılın başlarında Fransa'nın siyasal ortamını ve liberaller, kralcılar, muhafazakarlar gibi karşıt grupları ele almasıdır. Öte yandan toplumsal durumu, rahipler, toprak sahipleri, siyasetin önde gelen simaları gibi pek çok kesimi bütünlük içinde vererek bir toplum panoraması sunar. Bölümlerden birinin adı "1830'daki Davranış Biçimleri"dir örneğin. Stendhal; iltimas, dalkavukluk, rüşvet, muhbirlerle dolu politik baskı ortamı gibi unsurlara yer vererek toplumdaki yozlaşmayı keskin bir dille eleştirir. Yazarın siyasal konulara sıklıkla yer vermesi ve eleştirel tavrı Cumhuriyetçi dünya görüşünün bir yansımasıdır aynı zamanda.
Stendhal, anlatı boyunca bireyin oluşumunda toplumsal koşulların etken olduğu gerçeğini vurgular. Sorel'i tanıttığı "Bir Baba Oğul" bölümüne Machiavelli'nin "Böyleysem kusur benim mi?" sözüyle başlaması bunun yansıması sayılabilir. Toplumsal arka planın yanında eserinin odağına Sorel'in gençlikten yetişkinliğe geçiş sürecini koyar. Dolayısıyla Kırmızı ve Siyah, toplumun farklı kesimlerini kesiştiren olay örgüsüyle panoramik roman olmanın yanı sıra bireyin yetişme sürecine odaklandığından bildungsroman özelliği de taşır.
Öteki (1846) / Dostoyevski
"Bay Golyadkin arabaya binmeye çalışırken o anda yer yarılsa içine girse veya hiç değilse kupa arabasıyla birlikte bir fare deliğine saklansa ne iyi olurdu diye düşündüğünün farkına vardı."
Romanın başkarakteri Bay Golyadkin insanlarla birlikte olmaktan yorulur, sosyetenin çıkar ilişkilerinden hoşlanmaz; ne var ki kendisi de tutarlı davranışlar göstermez ve çevresi tarafından tuhaf karşılanır. Kendini bir kurban olarak görür, toplum içindeki konumundan -dokuzuncu dereceden devlet görevlisi yani küçük bir memurdur- utanır, çevresinin kuşkulu, aşağılayıcı bakışlarla kuşatıldığına inanır. Katıldığı balolarda diğer davetlilerle kendini kıyaslayarak aşağı pozisyonda görür. Çoğu zaman bir yerden başka bir yere kimseye görünmeksizin gitmeyi ya da yerin dibine girmeyi ister. İnsanlarla başarılı bir şekilde iletişim kuramadığı gibi sıklıkla onlardan korkar ya da onlara karşı düşmanca duygulara bürünür. Kendini onlarla eşit konumda görmemesi iç çatışmalarını artırır, belki de bilincinin ikiye bölünmesine neden olacak kadar kuvvetli bir iç çatışmaya sebep olur.
Bay Golyadkin zamanla her yerde kendinin bir kopyası olan küçük Bay Golyadkin'i görmeye başlar. Bu kişinin fiziksel gerçekliği tartışmaya açıktır. Başlangıçta ayrı biri gibi var olurken sonrasında benliğinin bir parçası gibi görünmeye başlar. Küçük Bay Golyadkin aynı anda hem var hem de yoktur, baş karakterin zihninin bir ürünü mü yoksa gerçekten aynı mekandaki bir kopyası mı olduğundan emin olamayız. Eserin son anına kadar bu "öteki" kişinin gerçek olup olmadığı bulanıktır. Karakterin ruhsal açıdan sağlıklı olmadığı, yazarın teşhis konması gerektiren bir hastayı ele aldığı düşünülerek bunun bir bilinç yarılması olduğu iddia edilebilir. Fakat karakteri psikolojik bir vaka olarak görüp romanı bu tür yorumlarla sınırlandırmak doğru olmayabilir. Kurmaca bir eserin gerçek olması mümkün olmayan bir durumu konu edinmesi de pekala mümkündür. Kaldı ki Dostoyevski'nin başarılarından biri de doğal ve gerçek dışı ögeleri birbirinin karşıtı olarak değil organik bir bütünlük içinde, iç içe verme girişiminde aranabilir.
Ayrıca Dostoyevski ikinci bir benlik, bir "öteki" fikrinin edebiyattaki yaratıcısı, aynı zamanda ilk uygulayıcısı olduğunu birçok mektubunda ve güncesinde vurgular. Teknik unsurlardaki kimi yetersizlikler kendi romanını eleştirmesine, bu önemli fikri yeteri kadar iyi şekilde işleyemediğine inanmasına yol açmışsa da bireyin benliğiyle karşılaşmasının anlatıldığı bu roman, pek çok esere ilham vermiştir. Latin Amerika'nın en önemli yazarlarından Jorge Luis Borges'in, kendi gençliğiyle bir bankta karşılaşıp sohbet eden yaşlı adamı içeren "Öteki" öyküsü Dostoyevski'nin bu fikrinden esinlenerek yazılmıştır örneğin. Borges de öyküsünde Dostoyevski'yi doğrudan anarak bir saygı duruşunda bulunur.
Julien Sorel ile Bay Golyadkin'i kıyaslarsak aralarında ciddi farklılıklar görebiliriz. Söz gelişi, Bay Golyadkin, Sorel kadar şiddetli bir yükselme hırsı ve saldırgan bir tavır içinde değildir. Sorel, karşısına çıkan her durumu ona hizmet edebilecek bir şansa çevirmeyi düşünürken Golyadkin kendi sıradan ve tekdüze yaşamını sürdürmeye çalışır. Sorel'in hırsı, Golyadkin'in ise mahcubiyet duygusu ağır basar. Ancak Sorel ve Bay Golyadkin; ihtirasları, bakış açıları ve toplumsal koşulları açısından farklı olsalar bile sahip oldukları aşağılık kompleksi onların ortak noktasıdır. Stendhal toplumsal koşullarla kuşatılmış bir bireyin yaşamını odağına alırken, Dostoyevski toplumsal koşulların etkisini bu denli ön plana çıkarmayarak bireyin kendi iç dünyasına ağırlık verir. Kimi açılardan farklı özellikler göstermelerine rağmen aşağılık kompleksine sahip kişiler olarak yorumlamanın mümkün olduğu bu iki unutulmaz karaktere can vermiş olmak ise iki yazarın ortak noktasıdır.