Seni seviyorum ama kendimi daha çok. Narsisizmin en büyük düşmanı, dengeli öz sevgi. "Bir başkasını sevebilmek için önce kendimizi sevmek gerekir." Bu sözü daha önce mutlaka bir yerlerde görmüş, duymuş ya da okumuşsunuzdur değil mi? Peki gerçekten de bir başkasını sevebilmenin yolu kendimizi sevmekten mi geçiyor? Yoksa kendimizi sevmek bencil ya da narsist bir eylem olarak mı karşımıza çıkıyor? Günümüzde hala sevginin tekil bir tanımı ya da tarifi olmamasına rağmen genel olarak bu kavram karşılıklı özverili olma, fedakarlık ve barış halinde olmakla eşleştiriliyor. Biz de hayat boyu bu yakınlık ve bir başkası tarafından kabul görme duygusunu hayal ediyor ve kimi zaman bunu özellikle arıyoruz. Öte yandan sevgi hakkında konuşurken yalnızca bir başkasına duyduğumuz sevgiye odaklanarak kendimize olan ilgimizi ve sevgimizi unutmaya meyilli olabiliyoruz. Bu yazımızda kendimizi sevmenin ne demek olduğuna ve önemine odaklanarak kendimizi sevmenin olası yollarına değineceğiz.
Kendimizi sevmenin hem kendimizle hem de başkalarıyla kurduğumuz ilişkilerdeki başarının anahtarı olduğu düşünülüyor. Kendini sevmeyen bireyler, başkalarının da onları sevemeyeceğine ve dolayısıyla sağlıklı romantik ilişkiler kuramayacaklarına inanabiliyorlar. Bu açıdan bakıldığında kendini sevmeyen bireyler, "sevilmeye değer" olmadıklarını düşündükleri için kendilerine zarar verme stratejisi olarak kötü ilişkileri -bilinçli olmadan- seçebiliyorlar. Kendini sevmenin başkalarını sevme yolunda olumlu bir adım olduğuna dair popüler bir inanç olsa da aradaki nedensellik belirsizliğini hala koruyor.
Yunan mitolojisinde kendini sevmenin klişeleşmiş karakteri Narcissus, kendini etrafındakilerden daha güzel ve daha iyi görüyor. Ne yazık ki Narcissus'u başkalarıyla sevgi dolu ilişkiler kurmaktan alıkoyan şeyin tam da bu abartılı öz sevgi olduğu görülüyor. Her yeri gerçek aşkı bulmak uğruna dolaşıyor ancak sonunda bir su birikintisine yansıyan görüntüsüne aşık oluyor ve bu da onun sonu oluyor. Narcissus'un kendine olan bu sevgisi, günümüze narsisizm olarak taşınıyor. Amerikan Psikoloji Birliği'nin yayınladığı el kitabına göre, narsist bireyler kendilerini farklı ya da benzersiz veya diğerlerinden üstün ya da daha iyi olarak değerlendiriyorlar. Bu eşsiz benlik inanışıyla beraber bireyler şöhret, güç ya da aşk hakkında fanteziler kurarak diğerlerinden üstün ve eşsiz olduklarına inanabiliyor. Bu da eleştiri karşısında kendilerini ekstrem bir şekilde savunmalarına neden olabiliyor.
Yapılan araştırmalara göre narsist bireyler kendilerini diğerlerinden daha zeki, çekici ve sosyal olarak daha dışa dönük olarak gördüklerinden başkalarıyla yakın ya da şefkat içeren ilişkiler kurmakta zorluk çekebiliyor. Yüzeysel ilişkiler narsist bireyler için daha tercih edilebilir bir yerde duruyor çünkü bu ilişkilerde istedikleri ilgiyi ve cinsel tatmini kısmen elde edebiliyorlar. Ancak duygusal yakınlık talep edilen, diğer partnerin de ihtiyaçlarının göz önünde bulundurulduğu, ilgili ve paylaşımcı ilişkileri yürütmekte zorluk çekebiliyor veya bu tarz ilişkilere hiç başlamamayı tercih edebiliyorlar. Dolayısıyla kendini sevmeyen bireyler, bir narsistin manipülasyonuna oldukça uygun bir aday haline gelebiliyor. Narsist bir bireyle kurulan ilişkideki denklem oldukça açık: Partner asla yeterli olamıyor, yeterince fedakarlık yapamıyor veya narsist bireyi tatmin edecek kadar kaynak sağlayamıyor. Partnerini buna inandırmanın yolu da partnerin öz sevgisinin az olmasından geçiyor. Bu nedenledir ki narsist bir partnerden uzaklaşmanın en önemli koşulunun, güçlü bir öz sevgi ve kendine saygı olduğu görülüyor.
Peki kendini sevmek ve kendine bakmak nasıl olmalı? Bu konsept, illa ki "ya hep ya hiç"in çevresinde mi dönüyor? Kendini çok sevmek veya hiç sevmemek gibi kesin çizgilerden kurtulup dengeyi bulmak mümkün mü? Yukarıdaki bilgiler doğrultusunda "kendini sevmek" kavramını tekrar tanımlarsak bu kavram kendimize dikkatli bir şekilde yönelme halini içeriyor. Bedenimizi, yaşadıklarımızı ve hislerimizi önemsemek ve bunları algılamak, fark etmek için zaman ayırmamız gerekiyor. Tolstoy diyor ki "Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir." Bu yolculuğun aslında fiziksel olarak gerçekleşmesine gerek yok. Kendi kendimize bakmak ve kendimizi sevmek, sanılanın aksine sadece birkaç mum yakmak veya yoga yapmaktan ibaret değil; bunu çok daha uzun ve farkındalıklarla dolu bir süreç olarak düşünebiliriz.
Öz bakım, aslında hayatımızı yaşama biçimimizi oluşturuyor ve bu günün her anında kendimizle nasıl ilişki kurduğumuzla yakından ilgili. Bu yolculukta kendimize daha iyi bakmamız, kendimize dönmemiz ve kendimizi sevmemiz için gereken o başlangıç adımını kendimize sağlamak ve limitlerimizin farkında olmak, hayır diyebilecek kadar güçlü olduğumuza kendimizi ikna etmek önemli hale geliyor. Alışkın olduğumuzdan daha fazla kendimizi zorlayıp zorlamadığımızı ya da yavaşlamaya ihtiyacımız olup olmadığını bu kısa fakat derin gözlemle fark edebiliriz. Kendimiz için neyin en iyi olduğuna ancak kendimiz karar verebiliriz. Bu yeterince uyuyup uyumadığımızı, vücudumuzun dinlenip dinlenmediğini fark etmekten, yediklerimizin vücudumuza olan etkisine, gereken enerjiyi alıp almadığımıza kadar pek çok detayı kapsayabilir. Bizi zorlayan, yıpratan ve bize iyi gelmeyen şeyleri tespit edip dur diyebilmek, stres seviyemizi kontrol edebilmek, toksik bireylerden uzaklaşmak, sevdiklerimizle sevdiğimiz yerlerde ve istediğimiz bir şekilde vakit geçirmek, kendimizle vakit geçirmek gibi birçok şey kendimizi sevmek ve kendimize daha iyi bakmak için yapabileceğimiz küçük değişimler. Eleştirel iç sesimizi kısmak, zihnimizi boşaltmak, meditasyon yapmak, doğayla iç içe olmak, şükür duymak, okumak, yazmak, günlük tutmak gibi pek çok aktivite de hem kendimizi daha çok sevmemize hem de küçük şeylerdeki büyük zevkleri bulmamıza yardımcı olabilir.