Modern zamanlar, artılarıyla olduğu kadar eksileriyle de hayatımıza etki ediyor. Bu bağlamda, Albert Camus'nün eseri insanın yaşadığımız çağda özüne ve çevresine yabancılaşmasını işleyen en önemli romanlardan biri.
Yabancı (1942) / Albert Camus
"Kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu. Benim için fark etmediğini, o isterse evlenebileceğimizi söyledim. Bunun üzerine onu sevip sevmediğimi sordu. Daha önce yanıtladığım gibi, bunun bir anlam ifade etmediğini ama sevdiğimi sanmadığımı söyledim."
Yabancı, II Dünya Savaşı'nın devam ettiği 1942 yılında yayımlanıyor. Bu savaşın; teknolojik gelişmelere, akla, insana duyulan güveni bozguna uğrattığını düşünürsek savaş sırasında ve sonrasında ortaya çıkan varoluşçuluk gibi felsefi akımları daha kolay anlamlandırabiliriz. Artık Tanrı, akıl gibi sığınaklarından mahrum kalan insanın boşluğa düştüğü bir dünya ile yüzleşildiği bir dönemdeyiz. Yabancı da konuyu içerik ve biçim açısından ilk kez işleyen metinlerden biri olarak edebiyat tarihinde ayrı bir yere sahip. Söz konusu yüzleşme yayınlanmasının ardından çok ses getiren ve ünü bugüne dek uzanan sayılı romanlardan biri olmasının ardında yatan en önemli sebeplerden biri.
Başkarakter Meursault'da okuru yer yer rahatsız edebilecek bir kayıtsızlık var. Örneğin, güvenilmez bir karakter olduğu pek çok açıdan aşikar olan komşusu Raymond'un, Mağripli sevgilisine şiddet uygulaması, onu aşağılayarak cezalandırmak istemesi karşısında tepkisiz kalıyor. Raymond planlarını açıkça anlatırken Meursault kısmen kayıtsız bir tavırla onu anladığını ifade ediyor, bir bakıma bu eylemleri onaylamış oluyor. Edilgen, sorumluluk almayan, hayatta belirgin ilkeleri olmayan, aynı zamanda yaşamla bağı da güçlü olmayan bir roman kişisi. Dolayısıyla kendinden ve yaşadığı dünyadan kopuk olduğunu söyleyebiliriz. Tavrı bilinçli bir yaşam felsefesinden ileri gelmiyor; Meursault insanları ve yaşamı umursamıyor. Başına buyrukluğu ve kayıtsızlığıyla, ama belki de okuyucuyu en tedirgin edici yanı olan sıradanlığıyla, modern zamanlarla uyumlu gözüken bir insan.
Olay örgüsü açısından dönüm noktasını oluşturan günle birlikte başkarakterin yaşamı bütünüyle değişiyor. Meursault plajda yemek yiyerek, denize girerek, sevgilisi ve arkadaşlarıyla eğlenerek geçirdiği bir günün sonunda birden kendini bambaşka bir olayın içinde buluyor. Cehennemvari bir sıcakta, karşısında kendisine tehditkar şekilde bıçak çeken kişiyi görünce bir an için elindeki silahın tetiğini çekiyor. Bu sahnenin en çarpıcı noktalarından biri bu ilk kurşunun ardından kendini durduramayarak dört kez daha yerde yatan kişinin üzerine durmaksızın ateş etmesi. Cinayet üzerine yürütülen duruşmaların kafkaesk ortamı metinde dikkat çeken diğer bir yanı oluşturuyor. Meursault, adeta cinayet işlediği için değil, toplum kurallarını görmezden gelip duygusuz ve tepkisiz bir kişi olduğu, "ahlak ilkelerinden yoksun" olduğu gerekçeleriyle suçlanıyor. Mahkeme başkanı ona ısrarla Hristiyan olup olmadığını, annesini neden bakımevine terk ettiğini, annesi öldükten sonra neden cesedi başında kahve ve sigara içtiğini, onu toprağa gömerken neden ağlamadığını soruyor. Hatta duruşmalardan birine annesinin kaldığı bakımevinin müdürü katılıyor. Meursault, mahkemenin tüm bu sorularına yine alışıldık kayıtsızlığıyla cevap veriyor.
Benzer bir mantıksızlığın örneği avukatının Meursault'yu savunurken izlediği yol oluyor. Avukat onun aslında iyi ve vefalı bir evlat, düşünceli bir adam, annesini çok seven, onu ekonomik sebeplerden dolayı bakımevine bırakmaya mecbur kalan ama bundan ötürü fazlasıyla üzülen biri olduğunu, cinayet nedeniyle de ayrıca çok büyük bir vicdan azabı çektiğini ve bundan daha büyük bir cezanın onun için mümkün olamayacağını söylüyor. Meursault ise tüm bu olup bitenleri başından sonuna dek şaşkınlıkla takip ediyor. Annesinin ölümü, komşusu Raymond'un bıçaklanması, yargılanması gibi hayatın olağan gidişatının dışına çıkıldığı anlarda tepkisi şaşırtıcı şekilde sıradan oluyor. Karakterin tutumu metin boyunca herhangi bir değişime uğramıyor.
Roland Barthes'ın deyimiyle "Meursault tam anlamıyla ne aktördür ne de ahlakçı. (…) Camus'nün bize sunduğu şey artık yankıları olan bir edim, sebeplerin, gerekçelerin, sonuçların ve sürelerin örtüsüne sımsıkı sarılmış bir edim değildir; dünyanın absürdlüğüne aldatıcı gerekçelendirmelerine kendini kaptırma konusunda bir reddi açığa vuracak kadar da kısa, saf, sonuçsuz, komşularından kopuk bir edimdir." Albert Camus net bir iradenin tarafı olmadığı gibi modern yaşamın absürd yargılarıyla kuşatılan bireyini sergilemekten de geri durmaz. Nitekim, Yabancı varoluşçu felsefenin izlerini görmenin mümkün olduğu romanlardan biridir.
İçerikteki absürd olaylar silsilesi biçimle de desteklenir. Metnin dili okuyucuyu belli bir mesafede tutarak onu soğukluğu ve tekdüzeliğiyle afallatır. Yazar ne tamamen yavan sayılabilecek bir dil (oldukça sıfatlı ve betimlemeye dayalı sahneler de vardır) ne de bol imgeden bahsedebileceğimiz bir dil kullanır. İkisinin arasında bir ölçünün tutturulduğunu söyleyebiliriz. Aynı zamanda sarsıcı yanıyla da sürükleyiciliği sağlar. Metnin daha ilk cümlesi bile alışıldık bir romanla ve başkarakterle karşı karşıya olmadığımızı bize açıkça gösterir: "Bugün anne öldü. Belki de dün, bilmiyorum."