
Sırça Fanus (1963) / Sylvia Plath
"Tıpkı bir kasırganın merkezindeki sakin bölge gibi durgun ve bomboştum, çevremdeki karmaşanın içinde yuvarlanıp gidiyordum."

Kaldı ki romanın adı dahi karakterin içinde bulunduğu durumu sembolik olarak anlatıyor: Esther fazlasıyla kırılgan bir fanusa hapsolmuş hissediyor kendini. Bu bağlamda, Heidegger'ın "varlığın mekanikleşmesi" kavramı önemli oluyor. Bu kavrama göre modern hayatta belirli bir alana hapsolan ve her yeni gün aynı tekdüzeliği sürdüren insan içine girdiği bu rutin içinde farklılığını yitiriyor, özünden kopuyor, sıradanlaşıyor. Esther'in sahip olduğu en büyük korkulardan biri de bu. Kendi ifadesiyle "bayan herhangi biri" olma korkusu içinde; kalabalıkların içinde neşesini, rengini ve farkını yitiren tekdüze insanlardan biri olmak düşüncesi bile onun için adeta kabus gibidir. Toplumun değer yargılarıyla, tabularıyla, evli-çocuklu bir yaşamın rutiniyle, akıl hastanesinde kalmaya başladığında kendisine acıyan gözlerle bakan ve onu anlamayan yakınlarıyla, yararsız elektroterapi seanslarıyla, özetle el birliğiyle bir fanusun içine yerleştiriliyor. Romanın ikinci yarısı fanusun karakterin hayatını nasıl intiharın eşiğine sürüklediğini, üzerinde bıraktığı tahribatı ve sebep olduğu bunalımı derinlemesine işliyor.
Romana tarihsel bir yaklaşımla bakarsak, ki Sırça Fanus gibi bazı romanlar buna fazlasıyla elverişlidir, romanda ABD'nin varlıklı kesimlerinin 1960'lı yıllarda nasıl yaşadıklarına ilişkin önemli gözlemler bulabiliyoruz. Tüketim çılgınlığı, eğlence hayatı, toplumun zengin sınıfı, siyahilere yönelik ayrımcı bakış gibi dönemin koşullarına yönelik birçok konu kitapta kendine yer buluyor. Diğer yandan, yirminci yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran SSCB-ABD merkezli soğuk savaş olgusu kitapta kendini güçlü şekilde hissettiriyor. Henüz kitabın ilk satırında şöyle bir cümleye rastlıyoruz: "Rosenbergleri elektrikli sandalyede idam ettikleri yaz; garip, boğucu bir yazdı ve ben New York'ta ne aradığımı bilmiyordum." Dolayısıyla, soğuk savaş yıllarının unutulmaz olaylarından biri olan, Sovyet casusu olmakla suçlanarak idam edilen Rosenberg çiftini hatırlayarak aralıyoruz anlatının kapısını. Romanın Sylvia Plath'la ilgili otobiyografik özellikler taşıdığı da biliniyor. Ancak ilginçtir ki Plath intiharından sadece bir ay önce yazdığı kitabını kendi adıyla değil, farklı bir adla yayımlatıyor.
Sırça Fanus'un bir başka önemli özelliği ise Amerikan edebiyatındaki ilk feminist romanlardan biri olarak kabul edilmesi. Yer yer kadın-erkek eşitsizliklerine yönelik güçlü vurguların, geleneksel toplum yapısına yönelik eleştirilerin ve bekaret gibi toplumsal tabulara yönelik sorgulamaların olduğunu görmek mümkün. Bir yanıyla Duygu Asena'nın çok ses getiren Kadının Adı Yok romanını anımsatıyor. Fakat edebiyat kuramcısı Terry Eagleton'un ifadesiyle edebi eserden kasıt "kısmen ne söylediği nasıl söylediğine dayanarak alınması gereken eser" olduğundan bir romanın ne anlattığı kadar, nasıl anlattığı da önemlidir.
Sözgelimi, anlatının ilk yarısında başkarakterin hayatında en büyük yeri kaplayan arkadaşları romanın ikinci yarısından itibaren ortadan kayboluyor. Varlıklı gençlerin arasında kendine bir yer bulmaya çalışan, kendini yalnız hissetse bile iyi kötü yaşamını sürdüren genç kız ansızın bir bunalımın içine sürükleniyor. Okuyucular olarak değişimin altında yatan sebepleri yeterince göremiyoruz. Karakter için dönüm noktasını oluşturan düşüncelere ve olaylara tanık olmuyoruz. Dolayısıyla, romanın neredeyse birbiriyle bağı olmayan iki ayrı anlatıya sahip olduğunu söylemek de mümkün.