
Birçoğumuz bebeklerin bir pelüş oyuncağı veya battaniyeyi ne kadar çok sevdiklerine ve hatta onsuz uyuyamadıklarına tanık olmuşuzdur. "Geçiş nesnesi" olarak adlandırılan bu objeler, bebeklerin birincil bağlanma figürlerinden ayrı kalmayı öğrendikleri dönemde kendilerini güvende hissetmelerine yardımcı oluyor. Zaman geçtikçe, güvenlik hissi veren bu objelere olan ihtiyacımız azalıyor; ancak birlikte biriken anılarımızdan ve geçirdiğimiz uzun zamanda benliğimizin bir parçası olmalarından dolayı onlara bağlı kalmaya devam ediyoruz.
Bir şeylere kendimizden bir parçaymış gibi sahip olma düşüncesi henüz 2 yaşındayken kendini göstermeye başlıyor. 6 yaşına geldiğimizde ise onlara artık yalnızca bizim oldukları için bile bir değer vermeye ve anlam yüklemeye başlıyoruz. Bu durum "sahip olma etkisi" (endowment effect) olarak adlandırılıyor. Ne kadar erken ortaya çıkıyor olsa da araştırmalar, çocukların "sahip olma" durumunu yetişkinlerden çok daha basit seviyede algıladıklarını gösteriyor. Örneğin; çocuklar bir oyuncağa ilk sahip olan kişinin, oyuncak daha sonra bir başkasına verilse dahi, onun daimi sahibi olduğunu düşünüyorlar. Bu mülkiyet hissi ile birlikte kıskançlık ve adaletsizlik gibi hisler de kendini göstermeye başlıyor. Çocuklar oyuncakları ile bir başkası oynadığında kıskanıyor ve onlara ait olan şeyi paylaşmak zorunda bırakıldıklarında bu durumun adil olmadığını düşünüyorlar. 22 aylık, yani henüz 2 yaşını bile doldurmamış çocuklarla yapılan bir deneyde ise şu gözlemleniyor: Sahip oldukları objeleri diğer çocuklardan korumak veya onların sahip olduğu şeyleri almaya çalışmak, çocuklar arasındaki problemlerin neredeyse dörtte birinin sebebini oluşturuyor.
Yetişkinliğe eriştiğimizde ise eşyalarımız artık bizim için çok daha farklı şeyler ifade etmeye başlıyor. Kimi zaman bize sahip olduğumuz anıları veya belki de artık sahip olamadığımız şeyleri anımsatan kimi zaman ise bizim için birçok şeyi mümkün kılan birbirinden çeşitli bir sürü şeye sahip oluyoruz. Bu eşyalar yeri geldiğinde kendimizi tanımlamamızı sağlarken yeri geldiğinde ise kaybettiğimiz insanlarla bir bağlantımız olduğunu hissetmemizi sağlıyor. Bunun üzerine araştırmacılar, objelerle kurduğumuz bağlanmanın insanlarla olan bağlanmamızın yerini alıp alamayacağını sorguluyor. Objelerle kurduğumuz bağlanma insanlarla olanın yerini alamasa da bu bağların kuvvetlenmesine yardımcı olabiliyor.
Araştırmacılar, eşyalarımızla olan bağlanmamızı, onların bize sundukları 6 farklı değer yoluyla ölçüyorlar: manevi değer, hizmet değeri, sosyal statü, sosyal etkileşim, satış fiyatı ve benlik kavramı. Üstelik eşyalarımız aynı anda birden fazla değer de taşıyabiliyor. Örneğin, dedenizden kalma ve kullandığınız bir saatin sizin için hem manevi değeri hem de hizmet değeri olabiliyor. Ek olarak, eşyalarımızın değiştirilebilirliği de önemli bir rol oynuyor. Fotoğraf albümü, anısı olan bir obje, sanat eseri gibi şeylerin değiştirilmesi veya yerine bir yenisinin konması çok zor veya imkansızken bilgisayar, telefon gibi fazlasıyla bağlandığımız eşyalarımızı eskiyince veya kaybedince yenisini kolayca alabiliyoruz. Bu durum da bazı eşyalarımıza aslında oldukları şeyden dolayı değil de yapabildikleri şeylerden dolayı bağlandığımızı gösteriyor. Araştırmacılar, bilgisayar gibi eşyalarımızın fiziksel kısmına yalnızca bazı şeyleri mümkün kıldığı için ihtiyaç duyduğumuzu ancak kaybettiğimizde asıl strese ve üzüntüye yol açan şeyin içindeki şarkılar, kayıtlı belgeler ve internet erişimi gibi fiziksel olmayan ve sanal kısım olduğunu belirtiyor.
Eğer sizin de bağ kurduğunuza inandığınız, "Anısı var" deyip de atmaya kıyamadığınız "yakın şeyler"iniz varsa sizi, hikayelerinizi bizlerle paylaşmaya davet ediyoruz. Yapmanız gerekenler ise çok basit. Daha fazlasına Yakın şeyler yazımızdan ulaşabilirsiniz.